Geçen gün oturmuş çayımı yudumlarken, çevremdeki ahval-i umumiyeyi gözlemledim.

Gözlemledim dediysem de bilimsel bir araştırma gibi değil, çay bardağını tokuşturan, dert üstüne dert sıralayan insanları dinlemekten bahsediyorum. Vallahi, biri işsizlikten yakınıyor, öteki çocuğunu evlendiremediğinden, beriki de "Bu devirde para mı kazanılır kardeşim?" diye dert yanıyor. Sanırsınız dertlerin açık artırması yapılmış, herkes elindekini artırmak için yarışta.

Merak ettim, saf saf sordum: "Ee, bir adım attın mı? İşe başvurdun mu? Bir kapı çaldın mı?" Cevap ne mi? "Aman abi, başvursak ne olacak, zaten almazlar!"

E haklılar, piyango bileti almadan büyük ikramiye çıkar mı? Çıkmaz. Amma velakin, bizim memlekette bu "nasılsa olmaz" hastalığı öyle bir yayılmış ki, herkes kendi kısmetinin karşısına bariyer kurmuş. Üşenmeden, usanmadan "Olmaz ki zaten." demeye programlanmış bir kitle var karşımda.

Şimdi burada oturup, "Çalışmadan köşeyi dönmek mümkün değil." diye nutuk çekecek değilim. Zira millet nutuk dinlemekten köşe bucak kaçar oldu. Ama dostlar, yatarak büyüyen tek şey karpuzdur. O da bir zahmet tarlada büyür, evin salonunda değil.

Bakın, size bir sır vereyim mi? Başlamadan hiçbir iş bitmez. Bu kadar basit. Ne kadar hayalini kurarsan kur, ne kadar dertlenirsen dertlen, ilk adımı atmadan hiçbir şey değişmez. Çinlilerin güzel bir atasözü vardır: "En uzun yola bile ilk adımla başlanır." İşte hayatın sırrı burada saklı.

Tabii, işin bir de öteki tarafı var. Hadi adım attık diyelim, her şey hemen çözülecek mi? Keşke bu kadar kolay olsaydı. Gerçekçi olalım, bu devirde sadece çalışmak yetmiyor. Kimisi için bir kapıyı çalmak yeterken, kimisi o kapıya defalarca vurduğu hâlde sesini duyuramıyor. Bu kapitalist dünya düzeninde maalesef bazen torpille, tanıdıkla işlerin yürüdüğü bir gerçek. Ne kadar öksürürsen öksür, kapının ardında seni fark eden olmayabiliyor.

Ama işte burada bir çıkmaz var: Ne kadar zor olursa olsun, denemeden başarma şansın yok. Kimsenin, özellikle de işsizlikle boğuşan veya hayatın ağırlığı altında ezilen insanları küçümsemeye hakkı yok elbette. Biliyorum, bazen insanın öksürmeye bile mecali kalmıyor. Ama yine de, yerinden kıpırdamadan bir şeylerin değişmesini beklemek de pek mümkün değil.

Eskiden bir reklam vardı, hatırlarsınız. Adamın biri "Bana piyango çıkmaz." diye yakınıyor, karşısındaki de soruyordu: "E bilet aldın mı?" Aldığı cevap malum: "Yok." İşte bizimkilerin hâli aynen bu!

Bir de şu meşhur hikâyeyi bilirsiniz; üç derviş bir tekkede oturuyormuş. Her gün yemek vakti gelince, kapıdan birisi girer, içerideki kişi sayısınca yemek bırakırmış. İçlerinden biri demiş ki:

"Allah rızkımızı verir, kılımızı kıpırdatmamıza gerek yok!"

Öyle ya, çalışmak falan münafıklık sayılacak neredeyse. "Hadi bunu deneyelim." diyorlar. Adamcağız yemek vakti kapının arkasına saklanıyor. Ertesi gün iki kişilik yemek geliyor, sonraki gün de öyle. Üçüncü gün karnı zil çalan derviş dayanamayıp öksürüveriyor. Kapıdan giren adam, "Aaa, burada bir kişi daha varmış!" deyip üçüncü tabağı bırakıyor.

İşte hikâyenin özü şu: Öksürmeden lokma düşmez!

Ama hakkını da yemeyelim; herkesin öksürmesi aynı şekilde duyulmaz. Kimimizin sesi gür çıkar, kimimizin ise fısıltısı bile ulaşmaz muhatabına. Bunu görmezden gelmek insafsızlık olur. Yine de şunu unutmamalı: Öksürmeyen, yani harekete geçmeyen biri için hiçbir şey kendiliğinden olmaz.

Hayat zor, biliyorum. Kimi için küçük bir adım koca bir dağ kadar ağır gelir. Ama yine de, ilk adımı atmadan yol alınmıyor. Belki hemen olmaz, belki defalarca denemek gerekir. Ama başlamadan başarmak mümkün değil.

O zaman ne dersiniz, belki de artık hep birlikte bir öksürme vakti gelmiştir?

Öhö, öhö, öhööö!

Ne dersiniz, denemeye değmez mi?