Bugün 18 Mart. Çanakkale Zaferi’nin yıl dönümü… Her yıl anıyoruz, hatırlıyoruz, saygıyla eğiliyoruz. Ama gerçekten anlayabiliyor muyuz? O günleri, o çaresizliği, o inancı, o fedakârlığı hissedebiliyor muyuz?

Keşke herkes iliklerine kadar o günleri yaşayabilse… Siperlerde açlığı, susuzluğu, korkuyu ama bir o kadar da cesareti duyumsayabilse… Düşman mevzisinden atılan kurşunlarla değil, düşmandan gelen dostlukla tanışabilse… Çünkü savaş sadece silahların çarpışması değildir; insanlıkla, vicdanla ve hayatta kalma mücadelesiyle iç içedir.

O gün askerler bir tas hoşaf, birkaç gram ekmekle hayata tutunuyordu. Keşke bu hafta boyunca hastanelerde, okullarda, kışlalarda o menüler sunulsa da bizler, o ruhu biraz olsun hissedebilsek… Tarihi anlamak için kitaplar okumak, filmler izlemek önemlidir ama en güçlü öğrenme bazen açlıkla, bazen bir tas sıcak çorbayla gelir.

Şehit olanların arasında gençler vardı, annesini özleyenler vardı, yeni evlenmiş olanlar vardı. Ve orada sadece erkekler değil, kadınlar da vardı… Hemşire olarak, mühimmat taşıyan bir ana olarak, bazen evini-barkını bırakıp cepheye koşan bir kahraman olarak… O yüzden bugünün sadece bir zafer olarak değil, aynı zamanda kadınların, emekçilerin ve cefakâr insanların günü olarak da anılması gerekmez mi?

Düşman siperlerinde savaş durduğunda birbirlerine türkü söyleyen askerler vardı. O an, kimse birbirine düşman değildi. Birbirine düşman olarak yetiştirilenler, savaş durduğunda birbirlerine dost oldular. Keşke bunu hep hatırlayabilsek…

Çanakkale’yi sadece bir tarih sayfası olarak görmek büyük bir hata olur. Çanakkale bir ruhtur, bir öğretmendir, bir vicdan aynasıdır. Onu anlamak için savaşmaya değil, anlamaya ihtiyacımız var. Bu yüzden anmalıyız; ama sadece kahramanlık hikâyeleriyle değil, o insanların çektiği zorlukları empatiyle hissederek, bugün de aynı hataları yapmamaya gayret ederek.

Çünkü tarih sadece geçmişi hatırlamak değil, geleceği inşa etmektir.