Cami, ibadet edilen yer olduğu gibi, lügat manası itibariyle de cem edici, yani toplayıcı yer anlamını da taşımaktadır.
Bu nedenle camiler, Müslümanların toplanacağı, omuz omuza ibadet edeceği ve en önemlisi de işbirliği ve dayanışmanın yapılacağı sosyal bir alan olarak tanımlamak da mümkündür.
Peki, camilerimizde görev yapan imamlarımız, bu olgunun farkındalığını yaşatmaya ehil mi? Yoksa sadece ezan okuyup (onu da yapmayanlar var) namaz kıldırmakla memur olduklarını mı düşünüyorlar. Devlet memuru olarak belki böyle düşünebilirler. Ama olayın bir de manevi ve vicdanı boyutu var. İnsanlara ve insanlığa karşı olan sorumlulukları olayın vicdani boyutunda saklı olduğunu düşünüyorum.
Nitekim dinin günümüzdeki temsilcileri ve tebliğcileri sayılan imamlar, sadece kendinden sorumlu değildir. Manevi boyutu itibariyle herkesin hayatına dokunup dokunamaması açısından da sorumludurlar. Ne demiş atalarımız “Yarım doktor candan, yarım imam dinden eder.”
Bir kitapta okumuştum. “…yapılan bir araştırma sonucunda; sadece beş vakit namaz kıldırma memuru gibi çalışan din görevlileri, mutsuz ve huzursuz oldukları gözlenmiştir” (S.Çamlıca MDİs20)
Günümüzde bina inşa etmek için harcanan enerji maalesef insan inşa etmek için harcanmıyor. Çünkü insan inşasında maddi menfaat yoktur. Emek vardır, gayret vardır, fedakârlık vardır. Diğerinde ise maddi menfaat, yani para vardır.
Ülkemizde cami inşa etmek için kim bilir kaç tane vakıf ve dernek vardır. Olabilir, buna itirazımız yok. Hatta bunların desteklenmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Bu yüzden cuma günleri vakıf, cami, kuran kursu gibi yapılara mümkün olduğunca desteğimizi esirgememekteyiz. Hepimiz bu yardımları canı gönülden veriyoruz. Eyvallah.
Peki, sorarım size. Camiler ve DİB için imece usulü toplanan yardımlar gibi, neden sokakta kalan çocuklar için veya kendi mahallemizde, gerçekten zor durumda olan yoksul aileler için toplanmıyor?
Diyeceksiniz ki; onlara yardım edecek kurum ve kuruluşlar bellidir. Valilik, kaymakamlık, belediye vs. Bu cevabı verenlere soruyorum; Peki, cami yaptırmak için ilgili bir kurum yok mu? Mesela DİB... DİB gibi devlet bütçesinden büyük pay alan devasa kurum bu işi yapamaz mı acaba?
Bu arada sakın yanlış anlaşılmasın. Benim “cami yapılması için para toplanmasın veya cami yapılmasın” gibi bir düşüncem yoktur, asla olamaz. İhtiyaç varsa tabi ki yapılsın. Ama camileri dolduracak, camileri sevecek bilinçli nesil de oluşturulsun istiyorum.
Bilinçli nesil oluşturmak ve camilere adapte etmek için biraz dertlenmeli, emek vermeli ve fedakârlık göstermeli imam efendi.
Ne mi yapmalı? Bana kalsa çocukların camilere alışması için sosyal alan oluşturmalı. Belki bunun için para toplanmalı. Hiç olmasa toplanan diğer paralardan buna bir pay ayrılmalıdır.
Sosyal alanda neler mi olmalı? Mesela cami müştemilatında, hatta cami içerisinde çocukların zaman geçirebileceği kütüphane, oyun alanları ve aklınıza gelebilecek birçok etkinlikler yapılabilir. Bildiğim bazı imamlar var ki gerçekten bu işi dert edinmişler ve kendi çapında projeler üreterek çocuklarımızın camiye alışmaları için emek harcamışlardır. Allah onlardan razı olsun. Gönül isterdi ki DİB sorumluluğunda, Müftülüklerimiz aracılığıyla çocuklara yönelik böyle güzel bir proje hazırlayıp hayata geçirseler. Çocukların bam teline dokunsalar.
Şöyle bir düşünelim… Etrafında aç, yoksul, fakir ve fukaranın sessiz çığlığının yankılandığı lüks camiler… Ve oralarda kıldığımız namazlar... Sormazlar mı, ”Onlar açken, ihtiyaç sahibiyken, sen lüks ortamda sadece avurdunu şişire şişire ne anlatıyorsun” diye.
Her birimiz en az haftanın bir günü, cuma namazı için camilere gideriz. Birçoğumuz belki de vaaz ve hutbeyi dinlemeyiz. Evet, yanlış anlamadınız, dinlemiyoruz. “Nereden çıkarıyorsun bunu kardeşim” der gibisiniz sanki. Bu realiteyi oradan buradan değil, yaptığım minik bir sosyal deneyden çıkardım. Şöyle ki;
Bazı tanıdıklara cami çıkışında soruyorum, “Hutbede ne vardı, hangi konu anlatıldı” diye. İnanın, umum ekserisi bilmiyor. Çünkü dinlemiyor... Peki, hiç düşündünüz mü, bu insanlar hutbeyi neden dinlemiyorlar? Sen buna camiye ilgisizlik mi dersin, imama ilgisizlik mi dersin veya iman eksikliği mi dersin. Ne dersen de. Dediklerinde haklı olabilirsin belki. Ama işin esası, hutbe konusunun hedef kitleyle uyumu veya uyumsuzluğudur. Herkes, ruhunu doyuracak bir söylem bekler. Fakat imam efendi genel anlamda hedef kitlenin ruhuna hitap edecek, hedef kitleyi ilgilendirecek hutbeyi ırat etmiyor ya da edemiyor. Hani bir söz var ya “Benim nerem ağrıyor, sen nereye bakıyorsun.”
Örneğin çiftçilerin yoğun olduğu bir köy camisindeki hutbe ile üniversite kampüsü veya entelektüel insanların yoğun olduğu camilerdeki hutbeler aynı içerikte olabilir mi? Olamaz tabi ki. Hutbe ve vaazlar hedef kitlenin potansiyeli, kapasitesi ve kabiliyetine göre olmalı ki ondan feyiz alınsın. Hayatına katkı sağlasın. Hedef kitledeki cemaatin potansiyeline göre hutbe okunmazsa kim ne anlaaar, ne anlamaz.
Yöremizde yaşamış bazı imamlar biliyorum. Cuma’dan bir-iki gün önce, hedef kitlenin ihtiyacına göre konu belirliyorlardı. O konuyla ilgili araştırma yapıyor ve hutbeyi cemaatin seviyesine göre hazırlıyorlardı
Bence bu durum hem akla, hem ilme hem de dine uygundu. Günümüzde ise (haklı veya haksız gerekçelerle) bu durum yasaklanarak hutbede yeknesaklık sağlandı. Yani, merkeziyetçi ve emrivaki bir hutbe sistemine geçildi. Dolayısıyla hutbelerden arzu edilen verim alınamadı. İnsanlara katkı sağlayamadı. Netice itibariyle ortaya Z kuşağı gibi zor bir nesil ve kısmi bir deist topluluk meydana geldi.
Bir de camilerdeki çocuk meselesi var. Bu konuyu atlarsam makalem herhalde eksik olur veya sakat kalır diye düşünüyorum.
Her işte olduğu gibi insanları bir yere alıştırmanın da bir üslubu ve bir zamanı vardır. İnsanları camiye alıştırma zamanı da tabi ki çocuk yaşlarındadır. Çocuklara camiyi ve cemaati nasıl gösterirsek, onlar da mabede ve inanca o derece ilgi gösterir. Son tahlilde sever veya nefret eder. Bu, hem imamın hem de cemaatin sorumluluğu ve görevidir.
Bu bağlamda, bazı imamlar ve çocuklarla yaptığım söyleşi ve gözlemlerimden birkaç anekdot anlatarak konuyu şeffaflaştırmak istiyorum.
Cemaatle kılınan namazda ilk safta olmanın önemini idrak eden bir ortaokul öğrencisi düşünün. O yaşta bu huşu, bu idrak, bu düşünce, bu haslet…
Öğle namazı farzı için müezzin kamet getirmiş ve çocuk, hemen ilk saftaki yerini alıp namaza durmak istemiş. O da ne… Ön safta bulunan dedelerden biri, sert bakışı ve kalın ses tonuyla “Burası bizim yerimiz, geç arkaya” demez mi. Çocuk neye uğradığını şaşırmış.
O çocuk ne mi yapmış? O günden itibaren, bir daha dönmemek üzere namazı ve camiyi terk edip gitmiş maalesef.
Yine çocuğun biri cami avlusunda top oynadıktan sonra yorgun düşmüş ve acıkmıştı. Aldığı ekmek arası tavuk döneri yemek üzere cami kapısının dış kısmında oturmuş, bir yandan alnındaki terleri siliyor, bir yandan da elindeki ekmeği ısırıyordu. Onu gören imam efendi dışarıya çıkarak, “Başka yer bulamadın mı? Çek git buradan” gibi hakaretvari sözlerle azarlayıp çocuğu oradan kaldırdı. Arkadaşlarının yanında çok rencide olmuştu çocukcağız. Oysaki orada oturup yemesinde hiçbir sakınca yoktu. Durumu uzaktan izledikten sonra ilk olarak çocuğu kenara çekip konuştum. Çocuğun, “Ben Cuma namazlarımı burada kılıyordum. Bir daha bu camiye gelmeyeceğim” sözleri beni derinden yaralamıştı. Ne kadar acı bir durum değil mi?
İlginç bir örnek daha vermek istiyorum. Cuma namazı hutbesinde, imam efendi çocukların camiye alıştırılması konusunda cemaate vaaz-ü nasihat ediyordu. “Allah’ım ne güzel bir şey” dedim içimden. Çok hoşuma gitmişti.
O güzel hutbe bitmiş, hoca minberden daha inmemişti. Arka saflarda cuma namazı için gelen çocukların sesleri duyulmaya başlandı. Hoca mikrofonu alıp yüksek sesle “Çocuklaaar! Konuşmayın artık, susun!” Evet, bu son sözler tabiri caizse “Bir çuval inciri…” Demek ki hutbede, sadırdan değil de satırdan okuyunca böyle oluyormuş.
Tabi ki bunun yanında idealist imamlarımız da var. Onların yapmış olduğu güzel projelerden birkaç örnek vermezsek onlara haksızlık yapmış oluruz. Çünkü onlar benim için birer Mus’ab bin Umeyr’dir.
İlk örneğimiz Eyüpsultan’daki Hz.Kaab Cami’den olsun. İmam efendi adeta insanların yüreğine dokunuyor.
Göreve başladığında cami etrafındaki uyuşturucu kullanan ve alkol alan gençler onu derinden rahatsız etmişti. Yol kesip para isteyen madde bağımlısı bir genci ikna ederek, yanına sokulmuş. Ona her gün çorba ikram edebileceğini ve bir miktar harçlık verebileceğini söylemiş. Madde bağımlısı çocuk hiç tereddüt etmeden kabul etmiş. Belki de günlerdir karnına sıcak çorba girmemişti. Çocuğun memnuniyeti diğer madde kullanıcılarına sirayet etmişti. Onları da alarak hocaya gitmişlerdi. İmam efendi onların karnını doyurmaya çalıştı. Gücü nispetince de giyim ihtiyacını karşılayarak onların gönlüne girmişti. Zamanla o genci yanına alarak camideki işlerinde yardımcı edinmişti. Bu olay çevreye güzel bir farkındalık oluşturmuştu. İlçe kaymakamı, imamın bu yaptıklarına kayıtsız kalmamış ve onu taltif etmişti. Daha sonra kaymakamlık, müftülük ve gönüllüler tarafından madde bağımlısı çocuklar için küçük bir aşhane kurulmuştu. İhtiyaçlarını gidererek onları madde bağımlılığından kurtarmışlardı.
Bir güzel örnek de Mudanya’dan. Erzurumlu imam efendi çocukların camiye alışmaları için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Öyle ki vakit namazları haricindeki zamanlarda çocukların cami içerisinde her türlü oyun oynamalarına izin vererek adeta onlarla çocuk olmuştu. Bu imam efendinin yapmış olduğu farklı etkinliklerin sonucunda cuma ve teravih namazlarında camideki çocuk cemaati artmıştı. Çocuklara öyle bir sevgi aşılamıştı ki, çocuklar camiye gitmek için can atıyorlardı.
Üçüncü ve son örneğimiz ise Çamlıhemşin Topluca köyü Camii’nden. Cami girişinde öyle bir tabela koymuşlar ki, tabiri caizse tam bir efsaneydi. Aynen aktarıyorum; “Bu camide çocukların dokunulmazlığı vardır”, “Camide namaz kılarken arka saflarda gülüşen, koşturan çocuk sesleri yoksa gelecek nesiller adına korkun” İşte olması gereken, istenilen şeyler bunlardı. İnsana dokunmak, insan inşa etmek böyle bir şeydi.
Hâsılı, önemli olan lüks ve güzel camiler inşa etmek değil; eğitimli, bilinçli ve akılcı insan inşa etmektir. Farz olmayan bazı şeylere körü körüne itaat eden cemaat değil, kutsal kitabımızın 49 yerinde geçen “akletme” fiilini gerçekleştirebilen bir cemaat gerek. Böyle bir cemaatin oluşması ise insana dokunmakla ve insan inşa etmekle mümkün olabilecektir. Vesselam.