Âlemlerin Rabbi Yüce Allah cc. Maide suresi 5/105. Ayette mealen buyuruyor: “ Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza bakın.
Doğru yolda olduğunuz takdirde, sapkın kimseler size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah size yaptıklarınızı haber verecektir.”
Malcolm x diyor ki: “… Gördüklerim ve deneyimlerim, beni daha önceki, düşüncelerimi yeniden gözden geçirmeye ve sapkın düşüncelerimi terk etmeye zorladı. Hazreti İbrahim’in, Hazreti Muhammed’in ve diğer peygamberlerin mekânı olan; Mekke, Medine kutsal topraklarda, tüm ırk ve renklerden insanlarda gördüğüm; gerçek kardeşlik ruhunu ve konukseverliği yaşamımda hiç görmedim…”
Tevfik İLERİ (1911- 1961): Tevfik İLERİ; memleketine, milletine, hak ve hakikate sımsıkı bağlı bir vatanseverdi. Milli, manevi değerlere bağlıydı. Eşine evlilik için tek şart koşmuştur. O da; ülkemizi, memleketimizi çok seveceğiz, olmuştu.”
İslam medeniyetinin temel parametreleri, iki anlayış üzerine odaklanmıştır. Bunlar şunlardır:
1- Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a emredildiği şekilde, peygamberimizin yaptığı biçimde, kulluk- ibadet etmektir.
2- Yüce Allah’ın yarattığı varlıklara; iyilik, hizmet etmek, ahlaklı davranmaktır.
Ahkâf suresi 46/13. Ayet meali: “ Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır, deyip; sonrada dosdoğru olanlara, hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyecekler de!”
Bir Müslümanın en büyük gayesi, Yüce Allah’ın sevgisini kazanıp rızasına ulaşmaktır. Allah’ın sevgisi; O’na güvenmek ve sorumluluklarımızı yerine getirmekle elde edilir. Zira merhameti sonsuz olan, Yüce Allah, kendisine iman edip, güvenen ve faydalı işler yapanlar için bir sevgi var edeceğini açıklar.
Sevginin en büyüğüne, hiç şüphesiz ki, üzerimizde en büyük hakka sahip olan, Yüce Allah layıktır.
Yüce Rabbimizin sevgisini kazanmak istiyorsak iyiliklerimizi çoğaltalım. Zira Yüce Allah iyilik yapanları sever.
Ne iş yaparsak yapalım, yaptığımız işi en güzel şekilde yapalım. Zira Yüce Allah işini güzel yapanları sever.
Zorluklarla karşı karşıya kalırsak, pes etmeyelim, mücadeleden asla vazgeçmeyelim.
Zira Yüce Allah sabredenleri sever.
Günaha batmaktan, kendimizi koruyalım. Zira Yüce Allah kendini yanlışlardan koruyanları sever.
Yolumuzu şaşırdığımızda, hiç vakit kaybetmeden, hemen doğru yola dönüş yapalım. Zira Yüce Allah tövbe edenleri sever.
Elimizden gelenin en iyisini yaptıktan sonra, işin sonucunu Allah’a havale edelim. Zira Yüce Allah kendine inanıp güvenenleri sever.
Son nefesimizi teslim etmeden önce, bize hakkı geçen her hak sahibine, hakkını teslim edelim. Zira Yüce Allah hakkı yerine getirenleri sever.
Rabbim bizleri, Peygamberimizin (sas)’in müjdelemiş olduğu kişi; sevdiği ile beraberdir, hadisi şerifine mazhar olarak cennette sevdiklerimizle birlikte buluşanlardan eylesin
Dünya hayatı, her birimizin farklı şekillerde sınandığı bir imtihan- sınav yeridir. Kimimiz varlıkla, kimimiz darlıkla sınanırız. Kimimiz açlıkla, kimimiz toklukla sınanırız. Kimimiz hastalıkla, kimimiz sağlıkla sınanırız. Gün olur canlarımızla, gün olur canımızdan birer parça olan evlatlarımızla sınanırız.
Her birimiz bir engelli olarak dünyaya geldik. Doğduğumuzda ellerimiz vardı, kullanamadık. Ayaklarımız vardı, yürüyemedik. Gözlerimiz vardı, göremedik. Dilimiz vardı, konuşamadık. Birçoğumuz, bu engelleri ailemizin desteğiyle zamanla birer birer aştık. Kimimiz bazı organlarımızı doğuştan itibaren hiç kullanamadık. Kimimiz bazı organlarımızı farklı sebeplerden dolayı sonradan yitirdik. Veren de Allah, alan da Allah, alınca daha iyisini verecek olan da Allah diyerek, sağlıkla sınandığımızda teşekkür, hastalıkla sınandığımızda tefekkür ettik.
Bir nimete kavuşunca hamt etmenin sevincini yaşadık. Bir nimetten yoksun kalınca ise ahirette daha güzeline kavuşacak olmanın tesellisiyle hayata- yaşama tutunduk.
Bizler, Yüce Allah’ın yarattığı insanları fiziki yapılarına, hasta veya sağlıklı oluşlarına göre değil; ahlakının güzel, inancının doğru, imanının sağlam ve davranışlarının iyi oluşuna göre değerlendirmeye tabi tutacağına iman ettik.
Bizler, Allah katında insanı değersiz kılan şeyin, bedensel eksiklikler değil, manevi eksiklikler- dini eksiklikler olduğuna iman ettik. Bizler, Rabbimizin kullarına bedenlerine ve mallarına göre değil, kalplerine ve davranışlarına göre muamele edeceğine iman ettik.
Bir kolaylık dini olan İslam, kimseye taşıyabileceğinden fazla sorumluluk yüklememiş. Engellilere daima öncelik vermiş. Fiziki engelleri olan, güçsüz ve hastalara birtakım kolaylıklar sağlamıştır.
Peygamberimiz (sas.) de hiçbir zaman insanları fiziki yapılarına, maddi imkânlarına, engelli veya sağlıklı oluşlarına göre ayrıma tabi tutmamış. Fiziki engeliyle hayat mücadelesini sürdürenleri, yetenek ve kabiliyetlerine göre kamu hizmeti dâhil önemli vazifelerde istihdam ederek, engellileri hayatın bizzat içerisine dâhil etmenin en güzel örneklerini vermiştir.
İnsan; beden ve ruhtan, yani hem madde hem de manadan oluşan şerefli bir varlıktır. İnsana sadece et ve kemikten oluşan biyolojik bir varlık gözüyle bakanlar, engelli olmayı da fiziksel açıdan ele alarak bazı tanımlar yapmışlardır.
Bu materyalist anlayışa göre, beden gözü görmeyene kör, beden kulağı duymayana sağır, beden dili konuşmayana dilsiz demişlerdir. Kur’an penceresinden bakıldığında ise bu tanımın bütünüyle yanlış olduğu görülür. Zira Yüce Allah tam tersine gerçekleri gizleyip, inkâr edenleri, sağır, dilsiz ve kör olarak tanımlamaktadır.
Başka bir ayetinde Yüce Rabbimiz; gözlerin kör olmadığını, asıl kör olanın kalpler olduğunu ifade etmektedir. Rabbimizin ‘engelli’ tanımına göre; kalp gözü göremeyen kör, gerçekleri işitmek istemeyen sağır, hakikati konuşmayan dilsizdir.
Bugün bedenen sağlıklı olsak da, yarın başımıza nelerin geleceğini bilemeyiz. Her birimiz birer engelli adayı olduğumuzu unutmayalım. En büyük engelin; sevgisizlik, merhametsizlik ve vicdansızlık olduğunu unutmayalım. Göremeyenlere göz, işitemeyenlere kulak, konuşamayanlara dil, yürüyemeyenlere ayak olalım.
Hayatı zorlaştıranlara, yaşama engel olanlara engel olalım. Her zorluğun yanında kolaylıkların da bulunduğunu söyleyen Yüce Rabbimizin ayette ifade ettiği o kolaylıklar, bizler olalım.
Peygamberimizin “kolaylaştırın, zorlaştırmayın!” sözünün yaşayan temsilcileri olalım. Rabbim hastalara şifalar, dertlilere devalar lütfeylesin.
Hayatımızın her alanında uygulamamız gereken temel ahlaki erdemlerden biri de ‘adalet’ ilkesidir. Dinî, hukukî ve ahlaki bir kavram olan adalet; din, dil, coğrafya, kültür, cinsiyet, makam ve mevki farkı gözetmeden, kimseye ayrımcılık yapmadan, herkese hakkını teslim etmektir.
Allah’a karşı kulluk görevlerini yerine getireceğimiz bir ‘Tevhit’ dini olan İslam; aynı zamanda, başta insan olmak üzere diğer canlılara ve tüm tabiata- doğaya karşı sorumluluklarımızı ihmal edemeyeceğimiz bir ‘adalet’ dinidir.
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’inde adaletle ilgili şu emir ve tavsiyelerde bulunur: “Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhinde bile olsa adaleti ayakta tutun. Allah için şahitlik yapan, kimseler olun. (Aleyhine şahitlik yaptığınız kişiler) ister zengin, ister fakir olsunlar; Allah, onlara sizden daha yakındır. Öyleyse kendi arzularınıza uyup adaletten (sakın) ayrılmayın (…)”
“Ey iman edenler! (…) Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya yöneltmesin.
Adaletli olun! Bu, Allah’a karşı sorumluluk bilincine daha uygundur. Allah’tan korkun! Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”
“Allah size, emanetleri mutlaka o işten anlayana vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder (…)
Hz. Muhammet (sas.) henüz peygamber olmadan öncesinde bile, Hacerü’l-Esved’in Kâbe’deki yerine yerleştirilmesinde, anlaşmazlığa düşen insanların, adaletine güvendiği ve hakemliğinden razı olduğu, adalet timsali bir gençti. O, Peygamber olarak seçildikten sonra da herkese adil davranmaya devam etmiş; “Suçlu, kızım Fatıma bile olsa, cezasını vermekten geri durmam!” diyerek, adalet konusunda Allah’ın hatırını her şeyden üstün tutmuştur.
Adalet ve rahmet peygamberi bizlere; çocuklarımıza bir şeyler hediye ederken bile aralarında adaleti sağlamayı; her hak sahibine hakkını teslim etmeyi; (herhangi bir konuda) karar vereceğimiz zaman adalet ve hakkaniyet bilinciyle hareket etmeyi tavsiye etmiştir. Yine bir hadisinde Peygamberimiz, yönettikleri insanlara, ailelerine ve sorumlu oldukları kişilere karşı adaletli davrananların, Allah katında nurdan minberler üzerinde ağırlanacağını müjdelemiştir.
Adalet, sadece mahkemelerde gündeme getirilen hukukî bir hak arayışı değildir, olmamalıdır.
Adalet, bir mesele hakkında hüküm verirken; eş, dost, akraba, hemşeri olma gibi kişisel yakınlıkları ön planda tutmadan tarafsızca karar verme erdemidir.
Adalet, insanların birbirleriyle, devletlerin toplumlarıyla olan ilişkilerini oluşturan temel bir ilkedir.
Adalet, savaşların, çatışmaların, açlığın, kıtlığın, yoksulluk ve çaresizliğin yaşandığı coğrafyalar başta olmak üzere vicdan sahibi her insanın tek arzusudur.
Her insan, işverenlerinin hakkaniyetli olduğu bir işyerinde çalışmayı arzu eder. Her insan, öğretmenleri tarafından kendisine adil yaklaştığı bir ortamda eğitim görmek ister. Her insan, anne babası tarafından adil muamele gördüğü bir ailede yaşamak ister. Her insan yöneticileri tarafından hiçbir ayrımcılık yapılmadığı adil bir ülkede yaşamak ister.
Adalet ve hakkaniyetin gözetildiği yerde; sosyal düzen, toplumsal huzur, ekonomik denge vardır. Unutmayalım ki; adalet terazisinin bozulduğu yerde, insanın onuru da haysiyeti de- saygınlığı da ayaklar altındadır.
Adalet yoksa vicdan yoktur, insaf yoktur, ahlak yoktur, insanlık yoktur. Adaletin sesinin çıkmadığı dünyada masum çocukların feryadı, çaresiz kalmış babaların bedduası, yüreği yanmış anaların ahı yankılanır.
Yüce Kur’an’ın pek çok ayetinde, insanın bu dünyaya başıboş gönderilmediği ifade edilmektedir. Dünya ahiretin tarlasıdır. Bir tarlanın gelişi güzel bırakılması, ürün verimini nasıl olumsuz etkiliyorsa, insanın dünyada gelişigüzel yaşaması da, hem dünya hem de ahiret hayatında kayıp ve pişmanlıklara sebep olmaktadır.
Dünya hayatının gereklerinden birisi de çalışmaktır. Bu hüküm, sosyal ve iktisadi hayatın en temel esaslarından bir tanesidir. Nitekim Cenabi-ı Hakk bir ayet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
“İnsan için ancak çalışma ve gayretinin karşılığı vardır.”
Evet, İslam çalışmayı emreder. Kazancın meşru yollarla kazanılanı olduğu gibi, gayrimeşru yollardan kazanılanı da vardır.
İslam; meşru yollarla, emek vererek elde edilen kazancı helal; diğerlerini haram kılmıştır. Kumar, hırsızlık, rüşvet, karaborsa ve faiz gibi gayrimeşru yollarla kazanç elde etmek, haram kılınmıştır. Diğer taraftan, helalinden çalışıp kazanmak ise övülmüş ve teşvik edilmiştir.
Sevgili Peygamberimiz (sas.) çalışmanın Yüce Allah katındaki değerini şöyle açıklamıştır:
“Sizden birinizin urganını alıp dağa gitmesi ve sırtında bir bağ odun getirip satması, böylece Allah’ın onun itibarını koruması, bir şey verip-vermeyecekleri belli olmayan kimselerden dilenmesinden daha hayırlıdır.”
Bir başka hadislerinde de Sevgili Peygamberimiz (sas.); “Hiç kimse elinin emeği ile kazandığından daha hayırlısını yememiştir. Allah’ın peygamberi Davud (As.) da elinin emeği ile kazandığını yerdi.” buyurarak çalışmanın peygamberlerin ortak sünneti olduğunu vurgulamıştır. Çünkü çalışmak ve üretmek, bir insanın seciyesini gösteren önemli bir ahlak ölçüsüdür. Tembellik ise Peygamberimiz (sas.)’in Yüce Allah’a sığındığı kötülüklerin başında gelmektedir.
Yüce dinimizin çalışma hayatıyla ilgili ortaya koyduğu yükümlülüklerden birisi de, insan emeğinin korunmasıdır.
Sosyal hayat, emek paylaşımı üzerine kurulmuştur. Düşünün: Soframıza gelen bir dilim ekmekte kaç kişinin emeği ve hakkı vardır? Buğdayı toprağa eken çiftçilerden, hasadını yapan işçilere; öğütülmesi için taşıyanlardan, fırıncılara kadar bir dilim ekmeğimizde yüzlerce, hatta binlerce kişinin emeği bulunmaktadır. Bundan dolayı emek, bütün toplumlarda ve inanışlarda kutsal kabul edilmiş; emeğin zayi edilmesi de büyük bir suç ve günah olarak nitelendirilmiştir.
Yüce dinimiz de alın teri kurumadan emek sahibine hakkının verilmesini emretmiştir. Nitekim bir hadis-i kutsîde Cenabi-ı Hakk, üç kişiyle bizzat davacı olacağını; bunlardan birinin de bir kimseyi çalıştırıp işini yaptırdığı halde ücretini ödemeyen kimse olacağını ifade etmiştir.” Bu yazımda kısmen Diyanet’in hutbelerinden yararlanılmıştır.”
Bir insan, yaşantısında, görevinde, ödevinde, sorumluluklarında, yükümlülüklerinde; ne ölçüde İslam dinine ve bilimin verilerine uyarsa, o ölçüde başarılı olur. Uymazsa, uymadığı oranda başarısız olur.
Zaten İslam dinine ve bilimin değerlerine uygun davranmayan insanlar, zalim olur. Zulmettiği, haksızlık yaptığı için zalim olur. Allah cc. Pek çok ayetinde, zalimlerin cehennemde olacağını buyurmuştur.
Bizlere düşen, Yüce Allah’ın yolunda, peygamberimizin izinde, dinimizin yaşantısında; bilimle, akılla, mantıkla, sağduyuyla, makul olarak, dosdoğru yaşamaktır. Zalim olmamak için, hakça hukukça davranmaktır. Bugün, dünya bunun eksikliğini korkunç dehşet veren vahşetlerle yaşamaktadır! Böyle olmasına rağmen; neden, niye, niçin bu haldeyiz, deyip; hak yolu bulamamaktadır. İslam dini ve bilimin gerçekleri dışında her yol, düşünce, ideoloji, görüş yalan ve yanlıştır.
Yüce Allah’ın ahlakı ile sevgili peygamberimizin ahlakı ile iradesi ile, söyledikleri ile yaşamamızı sürdürmeliyiz. Böyle yaparsak, dünyada huzurlu, mutlu, rahat, kolay hayat sürdürürüz. Ahirette de cennette oluruz. Sadece İslam dinini yaşayanlar, cennete gidecek, girecektir. İdeolojilerin, sapkın düşüncelerin cenneti yoktur.