Bir espriyle başlıyor bazen, bir kahkaha arkasından geliyor ama içinde ne şekere benzer, ne bala. Çünkü gülerken dahi fark etmiyoruz: Biz aslında bir başkasının acısına kahkaha atıyoruz.
Mahallede biri bir hata yaptı mı, herkesin ağzında aynı cümle: "Abi görmeliydin, ne komikti!" O “komik” dediğiniz olay, bir annenin gözyaşı belki, ya da bir öğrencinin umudunun sönüşü... Ama bizim için sınırlar silinmiş, güldük mü tamam! Vicdan? O da story’e bölünmüş zaten.
Artık kötülük, kalın seslerle bağıran biri değil; daha çok ince bir kahkaha gibi. Her şeye “Aman ya, ne olacak!” diyerek bakıyoruz. Ama olanlar birikiyor. Kırk kere “espri” diye tekrarlanan her acı, zamanla mizah zırhının altına saklanıyor. Biz ise her kahkahayla biraz daha duyarsızlaşıyoruz.
Birinin ayağı taşa takılsa, biri gömleğini yırtsa, biri işten atılsa... İlk refleksimiz empati değil. “Dur bakayım, bu olaydan nasıl bir komiklik çıkar?” Kötülüğün yeni maskesi: komedi. Acıların bile bir senaryosu, repliği, seyircisi var artık.
Unutmayalım: Kötülük bazen bir yumrukla gelmez. Bazen sadece izlemekle yetinen, ama hep gülen bir kalabalıktır. Ve bazen bir gülüş, bir çığlıktan daha çok korkutur insanı.
Dedikodunun Sofrasında Şeytan Tuzluk
Bir kahvehane hayal edin. Ortada bir masa, üzerinde demli bir çay, yanında iki tane şeker, bir de... tuzluk. Ama bu tuzluk bildiğiniz gibi değil. Her tökezlemenin, her hatanın üzerine serpilmek için orada bekleyen bir şeytan gibi. Dedikodu sofraya önce tuz gibi serpilir, sonra herkesin dilinde keskin bir bıçak olur.
Önce birisi çayını karıştırırken öylesine bir cümle eder: "Bizim apartmanda biri var, sen onu bir gör..." Görmedik ama zihnimiz hemen görmeye başlar. Kurgu tamam, replikler hazır, karakterler yerleştirildi. Ve sonra gelsin yorumlar, gelsin alkışlar. Gülüşler, sırrın büyüsüyle karışır; ama aslında herkes biraz daha kör olur birbirine.
Dedikodu, kötülüğün en usta kamuflajı. Görünürde zararsız bir sohbet. Hatta “İnsanın fıtratı bu canım, dertleşiyoruz işte” diye sıvıştırılır. Oysa o 'dert', başkasının hayatından çalınmış bir anıdır. Sözü edilen kişi orada yoktur, kendini savunamaz. Ve gülüşler çayla birlikte boğazdan geçerken, vicdan bardakta demlenmeden kalır.
Kahkahalarla şenlikli bir cehennem kurar bazen insanlar. Çünkü dedikodu sadece bilgi aktarmaz, aynı zamanda bir hiyerarşi kurar. “Ben onun gibiyim ama ondan daha akıllıyım”, “Ben yapmadım, o yaptı” gibi içsel hesaplaşmalara zemin sağlar. Yani dedikodu sadece söyleyenin değil, dinleyenin de ruhunu eğiten bir kötülüktür.
Ne söyleyen sustu, ne dinleyenin doydu gönlü. Herkes birbirini yerken, o meşhur tuzluk hep sofradaydı. Bazen bir öğrencinin ailesi dağıldı, bazen bir çalışan işini kaybetti. Ama herkes, “Ya o zaten biraz tuhaftı” diyerek o tuzluğu son kez çalkaladı.
Unutmayalım: Şeytan kırmızı giymez. Bazen sadece bir kahve masasında, çaya uzanan elinizin yanındaki tuzluktur. Siz onu almazsınız belki ama masadan da kaldırmazsınız.
Vicdan, Sessiz Modda
Hani bazen telefonumuzun sesi kısık olur da arayanı duymayız ya... İşte bizim de vicdanımız uzun zamandır sessiz modda. Titreşiyor ama duymuyoruz. Bildirim geliyor ama açıp bakmıyoruz.
Bir kaza oluyor, birini haksız yere suçluyorlar, bir çocuk okulda itilip kakılıyor. Hepimiz oradayız aslında ama hiç kimse müdahil olmuyor. Neden? Çünkü biz sadece izleyici olduk artık. Bir dizi gibi seyrediyoruz hayatı. Kötülük, bölümler ilerledikçe ana karakter haline geliyor ama biz hâlâ “Sonu ne olacak acaba?” diye izliyoruz.
Mahallede bir bağırış duyulsa, pencereyi açıp bakıyoruz; ama yalnızca video çekmek için. Vicdan yok, ama içerik var. Acının üzerine filtre, gerçeğin üzerine efekt. Ve sonra kapatıyoruz telefonu, “Ay ne kötü insanlar var!” deyip kaldığımız yerden hayatımıza devam ediyoruz. Oysa en az o kötü insanlar kadar biz de oradaydık. Sessiz kalarak, izleyerek, paylaşarak.
Vicdan bir zamanlar çok sesliydi. Eskiden bir yanlış gördüğümüzde ses çıkarır, utanır, rahatsız olurduk. Şimdi utanmak da özel filtreye takıldı, algoritmaya girmiyor. Empati, güncelleme bekliyor. Ama kötülük hiç beklemiyor.
Unutmayalım: Sessiz kalan vicdan, sadece kötülüğü büyütmez; insanın içini de sessizce çürütür.
Gülerken Küçülen İnsanlar
Kahkaha büyük bir şeydir. İçten geleni iyileştirir, sahte olanı zehirler. Ama günümüzde kahkaha artık bir ölçü aleti gibi. Birinin düşmesine ne kadar güldüğüne bak, içindeki karanlığı görürsün.
İnsanlar artık gülerken büyümüyor, aksine küçülüyor. Sosyal medyada düşen, rezil olan, mahcup olan insan videoları izlenme rekorları kırıyor. Gülüyorsun, ama neden? Onun yerine sen düşmedin diye mi? Yoksa içindeki bir kötülüğü eğlenceye mi dönüştürdün?
Bir zamanlar mahcubiyet vardı. Şimdi rezillikten prim var. Eskiden komiklik için taklit yapılırdı, şimdi linç için güldürülüyor. Ve bu gülüş, başka birinin utancının üzerine inşa ediliyor.
Kahkahalarla küçülen insanları izliyoruz artık. Gülerek bitirilen kariyerler, espriyle yok sayılan duygular... İnsan, gülünç hâle getirildiğinde önce onurunu yitiriyor. Sonra onu izleyenler kendi insanlığını.
Unutmayalım: Kahkaha iyileştirici olabilir ama içi boşsa, içinden vicdan çıkmıyorsa, sadece kalabalık bir karanlık olur.
Kötülüğün Yan Masası: Normalleşme
Eskiden biri kötülük yapsa şaşırırdık. Şimdi biri iyi bir şey yapsa şaşırıyoruz. Çünkü kötülük o kadar hayatımızın içine sızdı ki, artık yan masada oturuyor. Bizle aynı çayı içiyor, aynı diziye gülüyor.
Bir zamanlar “Nasıl yapar bunu?” diye sorduğumuz olaylara artık “E, herkes yapıyor!” diye bakıyoruz. Çünkü kötülük normalleşti. Ahlaksızlık artık gündelik sohbet konusu. Haksızlık, haberin sadece ilk üç dakikası.
Ve sonra biri çıkıp iyi bir şey yapınca şüpheyle yaklaşıyoruz. “Kesin altında bir şey var!” diye düşünüyoruz. İyiliğin samimiyetine inancımız kalmadıysa, kötülüğü sıradanlaştırdığımız içindir.
Unutmayalım: Kötülük en çok alkışlandığında değil, en çok alışıldığında büyür.